Antroposen kavramının toplumsal inşası 

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler’de Utku Perktaş, Prof. Dr. Suavi Aydın’la Antroposen kavramının ortaya çıkışı, tanımı ve  kavramın toplumsal inşası üzerine konuşuyor.

Görsel: Jason W. Moore’un yazısından
Antroposenin toplumsal inşası
 

Antroposenin toplumsal inşası

podcast servisi: iTunes / RSS

Utku Perktaş: Bugün Antroposen Sohbetler’de konuğum Prof. Dr. Suavi Aydın olacak. Kendisi Bilkent Üniversitesi Tarih ve Edebiyat Bölümü öğretim üyesi. Suavi Hoca ile Antroposen kavramının toplumsal inşası üzerine konuşacağız. Söyleşiye başlarken Elwyn Brooks White’dan bir alıntıyla başlamak istiyorum: 

İnsan ırkı için karamsarım, çünkü insan kendi çıkarını çok iyi kullanıyor. Doğayı emrimiz altına almak istiyoruz. Eğer kendimizi bu gezegene uydurmaya çalışırsak, onu kuşkucu ve diktatör bir bakış açısıyla değil de değer bilir bir biçimde görürsek, varlığımızı sürdürme şansımız daha yüksek olur.

Kendisi tamamen Antroposeni tanımlıyor burada ve bu dönemde özellikle tarımda kullanılan kimyasalların zararları, toprak kirliliği konuları bilimsel topluluk içinde bilinmesine rağmen, çok fazla gündeme gelmemişti. Bu tür problemler ne zaman gündeme geldi? 1962 yılında modern çevre hareketinin de katalizörü olacak Rachel Carson'un Sessiz Bahar isimli kitabı yayımlandığında toplumun gündemine gelmeye başladı. 1983 yılında Dünya ekonomisinde milyonlarca dolar kayba neden olan kamuoyunun dikkatini çeken El Nino kasırgası aslında 1500’lü yıllardan beri bilinen bir hava olayı idi. Benzer biçimde asit yağmurları ve küresel ısınma gibi günümüzün en önemli çevre sorunlarını da toplum, kültür ve bilim alanlarında kabul görmeden 100 yıl önce bilinmekteydi esasında. Bu örnekler genel olarak şunu gösteriyor, çevre sorunlarının gerçekliğinin toplum tarafından kabul edilmesi için bilimsel bulguların varlığı yeterli olmuyor. İnsanlığın Dünya için kalıcı çevre sorunlarına neden olduğunu öne süren Antroposen kavramı 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren kullanılmaya başlandı. Sanayi Devrimi bunun için bir mihenk taşıydı esasında, başka bir takım bakış açıları da atom bombasının Hiroşima’ya atılmasını Antroposenin başlangıcı kabul ediyordu. Ancak 2000 yılından bu yana Antroposen bilim, medya ve genel olarak toplumda kabul gören bir kavram olarak karşımızda. Hocam, kısa bir giriş yaptım. Yavaş yavaş sorulara geçmek istiyorum. Şöyle başlasam, Antroposen, Sanayi Devrimi sonrası toplumu nasıl inşa etti ya da toplum bu kavramı nasıl oluşturdu? 

Suavi Aydın: Aslında Antroposen, insanın Dünya’nın çevresel yapısına, biyolojik yapısına, hatta jeolojik yapısına müdahale ettiği dönem, bu müdahalenin tarihi Holosene kadar gidiyor. Yani Neolitik dönem ile başlayan bir şey bu. İnsan yerleşik hayata geçtikten sonra çevresini düzenlemeye, ona müdahale etmeye başladı ama tabi bu müdahale Sanayi Devrimi ile kıyaslanacak ölçekte hiç bir zaman olmadı. Holosende, mesela orman yangınlarının sık olmasının sebebinin büyük ölçüde insan müdahalesi ile ilişkili olduğunu gösteren ciddi bir literatür var. Fakat Sanayi Devrimi büyük bir dönüşüm yarattı, iki açıdan diyelim. Birincisi, enerji kaynaklarının kullanımı bakımından yarattığı büyük bir dönüşüm var. Organik enerji kaynaklarından inorganik olana geçiş gibi söyleyebiliriz ve bunun hacminin muazzam artışından bahsedebiliriz. İkincisi de nüfus artışı. Bu iki olgu müthiş bir değişime, dönüşüme yol açtı. 1860’da dünya taşkömürü üretimi 132 milyon ton kadar, fakat 1979’a geldiğimizde 1 milyar 800 milyon tona çıkıyor. Enerjide kullanıyoruz biz bu kömürü. Dolayısıyla muazzam bir enerjide kirletici kaynak kullanımı ortaya çıkmaya başlıyor. İkincisi, nüfusun artışına bağlı olarak büyük bir tüketim hacmi ortaya çıktı ve buna yetişmeye çalışan sanayi büyümesinden söz ediyoruz. Elbette Sanayi Devrimi ortaya çıktıktan sonra insanın çevreyle olan ilişkisi ve çevreye nasıl müdahil olduğu ile ilgili konular konuşulmuyordu. 19. yüzyılda temel mesele sınıf meselesiydi. Çünkü temel çelişki orada görülüyordu. Üretimde rol alan sınıfların birbirleriyle ilişkileri üzerinden bir takım siyasi gruplar ve ideolojiler ortaya çıktı. Bir muhafazakar kanat ortaya çıktı, bir ilerlemeci kanat ortaya çıktı. Bu ilerlemeci kanadın içinde bir Marxist ve sol damar ortaya çıktı fakat hiçbir şekilde bu kanatların ve düşünce akımlarının çevre meselesiyle uğraştığına şahit olmuyoruz. Bu iş aşağı yukarı 1980’lerden sonra, bilhassa neoliberalizmin yükselişi ve hiçbir regülasyon tanımadan dünyadaki bütün kaynakları kullanılabilir, tüketilebilir görmesiyle ilişkili bir zihniyet değişimiydi. Buna bağlı olarak çevreci hareketler, anti-hümanist hareketler, post-humanist hareketler gibi bir takım yeni düşünceler ortaya çıktı ve bunlar siyasallaştı. 

Antroposende Yaşamak / W. John Kress, Jeffrey K. StineAntroposende Yaşamak / W. John Kress, Jeffrey K. Stine

“Dünyadaki bütün kaynaklar bizim hizmetimize sunulmuş bir yağma alanı değildir”

Esas itibarıyla bu post-hümanist ve anti-hümanist bakış açısının temelinde dünyada sadece biz yaşamıyoruz, büyük bir biyolojik çeşitlilik içinde varız ve bu varoluş biçimimizin farkına varmamız lazım gibi bir etki rol oynadı. Buna paralel olarak da dünyadaki bütün kaynaklar bizim hizmetimize sunulmuş bir yağma alanı değildir. Bunu sınırlı kullanmamız lazım, insanlığın geleceği de bununla ilgilidir. Bu gidişat böyle devam ederse insan sonunda kendisini yok edecektir gibi bir fikrin temellendirilmeye başlandığını görüyoruz. Antroposenin, yani Antroposen sözünün ortaya çıkışı ve kullanıma girişi, yoğun biçimde referans hâline gelmesi bundan sonradır. Ondan önce Antroposen literatürde de görmediğimiz bir şeydi. Ciddi dergilerde Holosenden itibaren Antroposen kavramının kullanıldığını görürsünüz. Ama daha öncesinde buna, yani 80’den önce hatta 90’dan önce pek rastlayamazsınız. Bilimsel literatürde de ciddiye alınması bundan sonradır, ikisi birbiriyle paralel gider.

U.P: Peki, Antroposen kavramının karşılığı olan bu “insan çağı”nın bugün tam anlamıyla farkında mıyız?

S.A.: İki temel eğilimden bahsetmek mümkün. Bir tanesi şu, sıradan insan hayatta kalmak için bir takım şeyler bekler, yani yaşamak için, yaşamını belirli standartlarda sürdürmek için. Bunun için bir, etik, ahlaki konum pek ihtiyaç duyulan bir şey değildir. İki, enerji kullanımı hayati bir şeydir. Bütün mesele bu temel parametreler arasında denge kurabilecek bir politik hat kurabilmek. Yani, enerji kullanımından vazgeçemeyiz. Enerji insanın temel ihtiyacı ve tüm insanlık tarihi bunun üzerinden ilerliyor. Enerji temin etmek, kaynak kullanmak, kaynaklara sahip olmak, kontrol etmek vs... Sıradan gündelik hayatta yaşayan insan enerji ihtiyacını karşılamak için her şeyi yapar. Dolayısıyla onu aşan bir şeyden söz ediyorum. Politik olarak hem insanların enerji ihtiyacını karşılayacak, buna paralel bir biçimde belirli bir refahı ayakta tutacak ama öte yandan da enerji kaynaklarını koruyacak, dünyanın kısa sürede tüketilip yok edilmesine meydan vermeyecek bir politik çizgi tutturmak gerekiyor. Bugün dünyada özellikle yüzü sola bakan siyasi hareketler bunun farkına vardılar ve programlarının içine buna dönük önlemler yerleştirmeye başladılar. Ayrıca bir takım programlar önermeye başladılar. Bunlardan bazıları: “Tüketimi nasıl sınırlandırırız?  Biz lüzumsuz ne tüketiyoruz? Enerji kaynaklarımızı lüzumsuz harcıyor muyuz? Bunlardan nasıl iktisatlı biçimde yararlanırız?” Belli bir dönemden itibaren ülkeler karbon salımını nasıl azaltabiliriz diye konuşuyor. Dolayısıyla, gündelik hayatta insanı aşan bir politik tutum gerekiyor. Bu arada gündelik hayatta hayatını sürdürmeye çalışan insanla da ilişki kurmak gerekiyor. Onun tüketim alışkanlıklarını bir şekilde dönüştürmek ya da sınırlandırmak, onun bilincine varmasını sağlamak gibi de bir ödev duruyor ortalıkta. Lakin, kapitalizmin varoluşu tüketim alışkanlıklarının sınırlandırılmasıyla kolay kolay barışabilecek durumda değil. Çünkü, kapitalizm insanlar tükettikçe yaşayabilen bir iktisadi rejimdir. O zaman kapitalist dünya düzeninde, hele bugünkü neoliberal, ucu bucağı olmayan müthiş bir çılgınca tüketimi vaaz eden dönemde mutlaka bunu bir yola sokacak politik irade gerekli. Belli dönemlerde bu politik iradenin ortaya çıktığını görüyoruz. Amerika’daki belli dönemlerde demokrat başkanlar geldiğinde buna önem veriyorlar. Fakat, muhafazakar sağ kanat politikacılar tam aksini savunuyorlar ve “İklim değişikliği diye bir şey yoktur” diyorlar. Bu absürt bir şey. Kapitalist düzenin devamı ve sağlığı bakımından bunu söylüyorlar. Kitleleri de ikna ediyorlar.

“Herhangi bir çiftçi ile konuşsanız iklimin nasıl değiştiğini size öyle güzel anlatır ki ağzınız açık kalır.”

U.P: Bugün herkesin ağzında olan bir kavram iklim değişimi. Benim anladığım kadarıyla yapılan anketler Türk toplumunun bu kavrama çok yabancı olmadığını gösteriyor. İklim değişimini reddenler de genellikle sermayenin ya da yönetimlerin başındaki kişiler oluyor. Türkiye’de bunun böyle olmadığı söyleniyor. Kaynak veremiyorum, okuduklarımdan söylüyorum. Bugün toplumun genelinde duyduğumuz iklim değişimi kavramı popülist bir yaklaşımın ürünü mü ya da gerçekten durumun farkında mıyız?

S.A.: Amerika'daki gibi bir eğilimin burada olduğunu da söyleyebiliriz, ama bilinç yükselmesi de var. Öncelikle şunu söyleyeyim. İklim değişikliği her zaman olan bir şeydi. Yani bugüne has, Antroposende ya da Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkmış bir şey değil. 

Şimdi bu belli dalgalar halinde ısınma ve soğuma olaylarını jeolojik olarak izleyebiliyoruz. Jeolojik zamanlar boyunca ısınmanın dalgalar halinde, bir osilasyon dalgası şeklinde dünyaya egemen olduğunu biliyoruz. Şimdi Holosenle birlikte küresel ısınma başladı. Bu belli bir noktada soğumaya dönecek. Böyle bir dalgalanma içindeyiz, fakat, bu dalgayı hızlandıran bir insani etken söz konusu. Sanayi Devrimi bunu hızlandırdı. Bir diğer nokta, küresel ısınma ya da iklim değişikliği dediğimiz şeyin çiftçiler son derece farkında. Yani bugün hangi köye gitseniz, hangi bir çiftçi ile konuşsanız iklimin nasıl değiştiğini size öyle güzel anlatır ki ağzınız açık kalır. Ben geçen sene Toroslar’ın yaylarındaydım. Hayvancılık yapan göçerlerle biraz dolaştık. Mesela 2.500 ila 3.000 metre sınırındaki çayırların erken kuruduğundan ve kışlaklara dönüş zamanı eylül ayını beklemeden döndüklerini söylediler. Çünkü ot yok. Çok net görüyorsunuz. İnsanlar bunun farkındalar. Dolayısıyla bunu şehirlerde yaşayan, kasabalarda yaşayan, bundan bir şekilde etkilenen, farkında olan ama doğrudan üretimiyle ilişkilendirilmeyen kesimler bakımından bir bilinçlendirme gerektiği söylenebilir. Bir de enerji ihtiyacı var. İnsanın tüketmek zorunda olduğu bir enerji. Bundan vazgeçmesini bekleyemeyiz. Bununla küresel ısınma arasında ilişkiyi kuracak sağlıklı bir politik hattan söz ediyorum. Bunun dışında popüler kültüre mâl olmuş, doğru düzgün analizlere dayanmayan çevreci tutumların da boşa çıktığını görüyoruz. Burada bir denge kurmak gerek. Bu dengeyi kim kurar? Politika yapanlar bu dengeyi kuracak. Memlekette nereye ne yatırım yapılacak, nereden ne çıkarılacak, nereyi korumak lazım, enerji üretmek için nerede ne tür yollara müracaat etmemiz gerekir... Bu bir yüksek politik ve iktisadi planlamayı gerektirir. Ne yazık ki Türkiye böyle bir planlama işini çoktan unuttu. Hiç kimsenin de işine gelmez. Son derece palyatif yatırımlarla enerji üretmeye çalışıyoruz. Enerji üretmek zorundayız, bundan vazgeçemeyiz. Ama enerjiyi hangi kaynakta ne kadar üreteceğiz, nerede üreteceğiz meselesinin planlanması gerekli. Karadeniz’de ortaya çıkan, enerji üreten hidroelektrik santrallere karşı yükselen tepkinin altında bu plansızlık yatıyor. Yani, bir derenin üzerine 12 tane HES yaparsan insanlar ayağa kalkar. Debisi doğru düzgün izlenmeyen yerlere yaparsan tabi ki sorun çıkacaktır. Burada bir politika üretmek gerekiyor. Türkiye’nin sorunu o politikayı üretememek. 

U.P: 1784’de James Watt’ın buharlı motoru icat etmesinden bu yana Dünya nüfusu 6 milyarı geçmiş durumda. Kentleşmenin yayılması, -ki bu durum nüfusu 8 milyara ulaştırdı, 9 milyara doğru gidiyoruz- fosil yakıtların kullanımındaki artış, ozon tabakasının delinmesi, aşırı gübre kullanımı nedeniyle toprağın kirlenmesi, kıyı sulak alanlarının yarısının günümüzde yok olması bu dönemi karakterize eden çevre problemleri. Antroposenin etkileri daha uzun süreler görülecek gibi, çünkü insanlığın gezegendeki yıkıcı etkileri devam ediyor. Bu bilimsel öngörüden hareketle, sizin söylediklerinize de bağlayarak, burada kültür nasıl evriliyor? Popüler kültür hayatımızın en önemli parçası mı olacak?

S.A.: Kültür bir defa insanların dayanışma ve barış içinde yaşamasını sağlayan mekanizmadır. Dolayısıyla çelişkileri ve tartışmayı gizlemeye yarar, bizim onun farkına varmadan yaşamamızı sağlar ve kendimizi iyi hissetmemizi sağlar. Kültürün böyle bir işlevi vardır. Popüler kültür de buna hizmet eder esasında, ama popüler kültür daha çok gündelik tüketime açık bir alandır. Yani, bizim uzun erimli kültürel faaliyetlerimizin dışında kalan, “gündelik hayatı daha neşeli, daha eğlenceli nasıl kılabiliriz?” sorusu üzerine, bir endüstrinin üzerine inşa edilmiş bir yeni kültür hattıdır. Kültür endüstrisi diye bir şey var. Radyo, televizyon, sinema, şimdi de video kanalları, YouTube gibi... Biz bunları tüketerek zaman geçiriyoruz. Zamanımızı iyi geçirmeye çalışıyoruz. Eğlenceli geçirmeye çalışıyoruz ve kötümserler “buradan iyi bir şey çıkmaz” dediler. Bunu analiz edenler, özellikle Frankfurt Okulu gibi. Sonra 1960’larda yükselen sol hareketin, gençlik hareketinin popüler kültürü kullanılmasıyla birlikte müzikten, sinemadan, vs. muhalif bir şey çıkabileceğine dair bir görüş ortaya çıktı. Bu ikisi kavga ediyor hâlâ. Bence kavga edecek bir şey yok, ikisi de doğru. Popüler kültür alanını kullanmadan siz bugün mesajlarınızı iletemezsiniz. Muhalif politika da popüler kültürü kullanmak zorundadır. Bence temel sorun, kültür meselesinde, kim tarafından ne şekilde kullanılacağından çok bizim mekânla kurduğumuz ilişkinin yeniden düzenlenmesi gerekli. Çünkü her şey buna bağlı, yani, bir takım şeylere alışıyoruz, bir habitusumuz oluşuyor. İnsanı alana taşıyan kavramdır habitus, bir hayat alanı, bir alışkanlıklar alanıdır ve bütün her şey burada gerçekleşir. Ve biz kent denen habitusun içine sıkıştık.

Kent denen dev gibi bir şey. Gayri insanı. Ankara’da 5 milyon, İstanbul’da neredeyse 20 milyon insan yaşıyor. Bunu doğal görüyoruz. Böyle bir şey olamaz. Çatalca ve Silivri yarımadalarına siz 20 milyon insanı nasıl oturtusunuz? Ya da ne bileyim, Şangay’da 25 milyon insan yaşıyor. Bunların normalleşmesi ile kavga etmemiz lazım. Bu insanı bir şey değil. Şehir bu kadar büyüyemez. Eğer büyürse sizin sanayinin verdiği zarardan daha fazla zararı çevreye vermeniz mümkün olur. Mesela Google Earth’e bakın ya da başka mecralara bakın, gece dünyayı, ışıl ışıl görüyorsunuz, özellikle de zengin ülkelerin üzerinde. Kuzey Amerika, Avrupa, İstanbul parıl parıl. Bunun olmaması lazım. Buradan iyi bir şey çıkmaz. İnsanı buraya sıkıştırırsanız bundan ne doğru düzgün insan çıkar ne de çevre korunur. İstanbul’un kuzey ormanlarını korumak için işte seferber olmak nafile bir çabadır. Siz o ormanın dibine 15-20 milyon insanı yerleştirirseniz, o ormanın herhangi bir şeyini koruma imkânınız yoktur. Burada insanı seyreltmek gerekiyor. 6-7 milyar nüfus bu gezegene fazla gelmeye başladı. Bunu düzenleyecek bir takım yollara gitmek gerekli. Tabi ki insanı yok edecek halimiz yok. Ne münasebet! Anti-hümanist bakış açılarıyla da hiç bir şekilde alakam yok. Ama bugünden yarına insanı seyreltmek, Dünya’ya doğru düzgün yaymak gerekiyor. Çevreyi başka türlü koruyamayız. İki temel mesele var. İlki doğru düzgün politika ve program yapmak. İkincisi, nüfusu seyreltmek, seyreltmek derken de genişletmek, yaymak. İstanbul’da 20 milyon, Şangay’da 25 milyon insan yaşamamalıdır. Yaşayamaz zaten. Yaşayamıyoruz ama bunun farkında değiliz. Popüler kültür bunu örtüyor. Biz bu şehirlerde yaşadığımızı zannediyoruz. İstanbul’da gününün 3 saatini trafikte geçiren insan yaşadığını zannediyor. Üretime, yaratıcılığa ayrılabilecek 3 saatinizi ya da 4 saatinizi yollarda geçirdiğinizde ve onun yorgunluğu ile bir şeyler yaptığınızda oradan bir şey çıkmaz. Bunun normalleşmesi ile kavga etmemiz lazım. Yıllardır kuzey ve güney Marmara’daki sanayinin Anadolu’ya yayılması gibi bir proje var insanların dilinde, ama bu bir türlü hayata geçmedi.

“Ne yazık ki, neoliberallerin dünyasında yaşıyoruz.”

U.P: Süremiz doldu neredeyse. Son bir soru sormak isterim size. Antroposen çevre sorunları ölçeğinde düşündüğümüzde politik alana nasıl uyarlanabilir?

S.A.: Biraz önce söylediğim gibi, dünyada iki güç kavga ediyor ya da rekabet ediyor. Bir tanesi, neoliberal politikaların üzerine oturmuş olan kapitalizm, biz yayılalım, bütün kaynakları ele geçirelim, bütün kaynakları sömürebilelim, sömürmek derken, kötü manada söylemiyorum, istismar edebilelim, kullanabilelim anlamında söylüyorum. Bolca tüketelim, tüketimimizin önüne hiçbir sınır koymayalım, böyle bir zihniyet var. Bunu sınırlandırmak gerek, Kyoto’da bir sözleşme yapalım, karbon emisyonunu azaltalım diyen bir zihniyet de var. Bu ikisi kavga ediyorlar. Şimdi, ne yazık ki, neoliberallerin dünyasında yaşıyoruz. Burada ülkeleri yönetenlerin öncelikle buradan iyi bir yere gitmiyoruz demesi gerekiyor. Birer araç olmaktan çıkıp, politika yapan, politika koyan, bu yönde müdahale eden aktörlerin iktidarlara gelmesi gerekiyor. Başka türlü bu işten çıkamayız. Bu politik bir meseledir. Bu insanın başlı başına tek başına bilinçlenmesinin ötesindedir. Plansız, programsız hiçbir şey olmaz. Mesele bu!